21 Ağustos 2014 Perşembe

Gezi yazısı (Belgesel Günlükleri) 4

Bugün köyde seçim var! Köy hanesi 500’e yakın… 

Rüzgar’ın (Rızgar) seçim sandığında görevli olduğunu biliyoruz. Hatta köyde kim olduğumu soran olursa onun ismini vermek gerekir.

Sabah 4-5 gibi uyanıp boş köy sokaklarını çekiyorum.  Yalnız başıma çalışmak daha verimli geliyor. Birini bekletiyormuşum ya da meşkul ediyormuşum hissi yok. Nereyi istersem orayı sessiz sessiz videoluyorum. Bir ara Mami görünüyor köy sokaklarından birinde. Nereden nasıl geldiğini anlamıyorum; ama nerede olduğumu zaten 5 dakika önce telefonda söylemiştim. Sabah 6 olmuş. Yüzmeye gideceğini söylüyor. Su ılıkmış. 

Mami yüzmeye giderken tırmana tırmana yolun sonuna gelip bir kaç görüntü alıyorum. Bu sabah aldığım görüntüler beni memnun ediyor. Ara ara ne çektiğimi soran oluyor. "Muhtarın oğlunun misafiriyim." deyip Rızgar’ın ismini verinyorum. Birde arkaya formül gibi iki cümle  sıralayınca ciddeni her şey çözülüyor. Rızgar’a bak sen diyorum. 

Kahvaltı için eve dönüyorum. Evin Hasan Dede’sinin anlatacakları var. Evin yakınlarındaki boş tandırda bol bol görüntü alıp güzelce konuşturuyoruz. Her şey güzel güzel ilerleyor. Röportaj istediğim gibi olmasa da diğer  kayıtlar istediğim görüntülere yakın. Heyecanım artıyor tabi. El ile tutulur bir gün elde ettik. Yarın buradan gitmem lazım ama en azından beni heyecanlandıracak bir avuç temiz kayıt var. 

Akşam son gün diye yüzmeye gidelim diyoruz. Bu sefer siyah kumun mevcut olduğu kilisenin arkasında kalan kıyıya gidilecek.  

Önce Gidip RIzgar’a selam vermeliyiz.

Seçim bitti. Oylar sayıldı.
Demirtaş:306 
Erdoğan: 36
Ekmeleddin: 2

Rızgar ile seçim sandığı ve platform toplanıyor. Arabaya yükleniyor. 

Bu seçimde oy kullanamadıysam da ucundan işin bu kısmından solumak rahatlatıyor.

Tepeye geldiğimiz de Rüzgar’a güvenip arabayı yokuştan kıyıya sürüyoruz. Ha sürmez olaydık! Efenim aile varmış orada yüzemezmişiz. "Ben İstanbul’dan geldim. Köy halkından değilim. Bana söz edilmez” deyip fevri bir çıkış yapsam da işe yaramıyor.  Hevesimiz kursağımızda. "Ee hadi başka bir koya o zaman" diyoruz; fakat o da ne? Araç yokuştan çıkmıyor. Hepimizin yüzü Rızgar’a dönüyor. Yarı öfkeli şekilde yapacağı açıklamayı bekliyoruz. Bir açıklama da yapmıyor ilk 15 dakika. "Ben nereden bileyim böyle olacağını!" demek dışında başka bir açıklama yok. "Daha önce böyle değildi". Ama Rüzgar’da formül bu zaten: Daha önce böyle değildi. 

Aile fikrini hiçe sayılıp Mami’nin de rızasıyla çocukları alıp kıyıya iniyorum. Zaten hiç de düşündüğümüz gibi çıkmıyor ailenin hali tavrı. Bir kaç dilim karpuzla karşılıyorlar beni. Kısa bir süre sonra bizim çocuklarda tepede görünüyor. Belliki arabayı o çamurlu yoldan kurtarmışlar. Yüzleri gülerek geliyorlar. Yine go prolu su altı fotoları çekip sudan çıkıyoruz.

Gece Dolunay var. Ruhumuz, keyfimiz güzel.
Ertesi gün  köyün tepeden görüntüsünü çekip 13.00 gibi Siirt’e doğru yola çıkacağım. Gelmişken Bitlis derneğine faydam dokunsun diye burası için çekeceğim bir fotoğraf esasen.

Nihayetinden bir sonraki gün detayına inmek istemediğim talihsiz bir doğa turuyla tepeden 3-5 fotoğraf çekiyorum.


Eve döndüğümüzde sağlam bir duş alıyorum. Ev halkıyla, büyükleriyle vedalaşıyorum. Eller öpülüyor. Çocuklara sarılıyor. Sonra Tatvan’a geçmek için arabaya atlıyoruz. Akşama Siirt’e olmuş olacağım. Mami ile İzmir’de görüşüp İstanbul’a birlikte geçebileceğimizi söylüyoruz.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Gezi yazısı (Belgesel Günlükleri) 3

Bugün Mami'nin doğduğu evi ziyaret ediyoruz. Evin bir kısmı artık tandıra çevirilmiş. Tandır! Bildiğin tandır işte canım: İçinde enfes ekmekler ve ufak çaplı hamurun yan ürünleri yapılabiliyor ya da büryan (büryan ile ilgili deneyime daha var) gibi ağır et yemekleri. Önceden ateşle içini doldurmak lazım elbet.  Enfes görseller var bu terk edilmiş evde. Çekim için temel bir dayanak noktası bulduk bile ama filmin sadece Bitlis ayağı için geçerli bu söylediğim. Geriye kalan %80'lik kısmında daha da sağlam alanlar bulmalı. İçerde üç beş görsel alıp Mami'nin doğduğu evi süzmesini izliyorum. Ne hoş olurdu doğduğun odaya kendi duygunla baş başa kalıp saatlerce bakmak. 

Yakın civarda asırlık denecek kadar başka terk edilmiş bir ev görüyoruz. Burada tandır dışında başka bir çukur var. Hemen hemen asırlık her evin içinde tandır dışında başka derin çukurlar var zaten. Bildiğim bir hikaye karşılıyor beni. Bunu duymuştum fakat gerçek bir örneğini görmek insana bol bol öfke ve hüsran duygusu yaşatıyor. Askerler gelip erkek çocuklarını almasınlar diye erkek çocukları köye baskın yapıldığı günlerde bu çukurlara sokulup üstü bir kilimle örtülerek muhafaza edilmeye çalışılıyormuş ailelerce* Bu hikaye kendime yabancılaştırıyor beni. Durumun üzerimde bıraktığı etkinin beni terk etmesi biraz zaman alıyor.


Sonra Rüzgar (Rızgar) ile olan randevumuza geçiyoruz. Bizi terk edilmiş bir Ermeni köyüne götürecekti konuştuğumuz üzere. Önce bir iki otlayan büyük baş hayvan görüntüsü almalıyım. Nitekim hayvanların otlatıldığı bir alana gidiyoruz da. Burada malzeme sağlam beyler diyorum. Bütün öküzler, inekler çok özgür görünüyor. 


Tripotumu kapıp hayvanların arasına uçuyorum. Sanırsın yıllar sonra doğaya bırakılmış arkadaşlarımı bulmuş gibiyim. Çok geçmeden çekim esnasında turuncu mu turuncu tşörtlü bir velet geliyor bana doğru. "Selâmün Aleyküm" abi diyor. Hop benden Kürtçe bir cevap. Beklemiyor bunu. "Ne yapıyorsunuz?" diyor. Velhasıl kelam durumu anlatıyorum. Gencimizin adı Alihan 12-13 yaşında doktor olmak istediğini söyleyen, bizim kaldığımız köyde çobanlık yapan meşhur bir adamın oğlu. 7. sınıfa geçecekmiş bu yıl. Ara ara göz göze bakıp gülüyoruz. Çekim için sessiz kalması gerektiğini söyleyemiyorum elbet. Ne konuşuyorsak giriyor kayıtlara. "Evli misin?" diyor mesela. Efenim çocuktan sorular. "Hayır!" diyorum yarı çekinen bir sesle. Sonra "Oğlum Fırat sana ne oluyor yahu!" deyip sesimi düzeltiyorum. Burada 24-25 olunca evlenirmiş erkekler. Onun toplumsal baskısını hissetmemek ne mümkün? Baskı her yerde baskıdır. Alihan yapmak istediklerinden bahsedip sonra da  kayda girmesini istediği, beslediği ineklerinden birini gösteriyor. Çok şişman bir inek. Zaten oturduğu yerden uzanarak otlanıyor bu hayvan. Havalı yahu!

Alihan'a orada bir fotoğraf çekiyorum. Sonra facebook'tan ekleşme sözü veriyoruz bir birimize. Yolda bekleyen aracı gösterip onlar arkadaşlarım gitmem lazım diyorum. Memnunlaşıyoruz bu küçük adamla tanıştığımız için. Gitmeden ayak üstü: "Yakışıklı adamsın Abi. Seninle evlenecek birini bulmalı!" diyor yine. Yarı sırıtan bir yüz ifadesiyle el sallayıp Mami'lere doğru gidiyorum.



Araçta Rızgar (Rüzgar) ve Mami karşılıyor beni. Hadi şu köye gidelim diyoruz. 

Yol eğriliyor büğrülüyor. Bir köy çeşmesine geliyoruz.
Suyun tadını her an hayal ettiğiniz sıcak güneşin altında bu çeşme gerçek ve kutsal bir kurtarıcı gibi görünüyor. Hele o çeşmedeki tastan su içmek, beni bu toprakları ne kadar çok sevdiğim hissiyle kaplıyor.

Sonra yolumuza devam ediyoruz. Devam ediyoruz etmesine ama yol bitti. Sonrası tarla. "Yahu Rızgar girebilir miyiz? Burada yol yok." "Siz tarlaya sürün!" diyor. Yok abi burada köy falan. Emin mi acaba? Biz şahsen değiliz. Bir yerden sonra aracın girmediği bir yerde arabayı durdurup bu sefer 1 km kadar yürüyoruz. Bir tepeye tırmanıyoruz. Hayatımı tırmanmışım gibi hissediyorum. Tepenin ardı köy. 

Tepenin başına çıkılıyor. Manzara müthiş. Van gölünün karşısında Süphan dağı görünüyor. Anadolunun en büyük 3. dağ ünvanı karşınızda tüm gerçekliğiyle size bakıyor. Bir ara kendimi kaptırıp  dağın en derinliklerini geçip gidiyorum bakışlarımla. Garip histirik bir tebessüm. Ama tepenin arkası falan yok. Korkunç bir uçurumda olduğumuzu hem ben hem de Mami fark ediyoruz. Afallıyoruz. Ee nerede bu köy, nerede bu kaleler? "Altımızda." diyor Rüzgar. "Nasıl yani?" Üç Beş büyük taş gösteriyor. Zamanla toprağın altına hapsolmuş irice büyük taşlar. Müthiş bir hayal kırıklığı! Çekim için onca ekipman sırtımızda yükler Rızgar'ın fikriyle buraya gelip boş dönmek olmaz; ama hala kendimi mutlu edecek görüntüler alamamış olmak canımı yakmıyor değil. Neyse daha iki üç gün buradayım deyip o çirkin duyguyu da  aşıyorum.  


Burası bir zamanlar Ermeni köyünde bilinen büyük bir kaleymiş. Dönemin en yüksek kalesi diye de biliniyor fakat Türkçe çevirisi tam olarak şöyle olsa gerek: Uçan Kafir uçurumu. İsmini nereden aldığını anlamaya çalışıyorum. Çok geç olmadan sağlam bir cevap geliyor. Bu isim buradaki köylüler tarafından verilmiş. Bir çok insan kafir olduğu fikriyle bu uçurumdan köylülerce aşağa atılıyormuş. Hemen oracıkta fikrime Khaçadur Avedisyan'ın Gelecek Uzun sürer filminde jenerik müziği olan o bestesi geliyor. O an aklımdan geçiyor tüm tını.
Oratoryo  
http://www.youtube.com/watch?v=2tbafPGn2MQ

Ne çok hikaye var Anadolu'da! Ne çok acı var!

E eğlenmiyoruz da değil. Rüzgar telefonuna indirği bir uygulamanın yardımıyla altın aramaya çalışıyor mesela. Ciddi olmayan bir tavırla! Ara ara ingilizce bir iki kelimeyi soruyor. Bu, şu, o ne demek diye. Sonra ciddi ciddi o koca kalenin harabesi içinde kırılmış eski bir testi buluyoruz. Bir yerden kazılarak çıkarılmış, kırılmış içindekiler alınmış. 



Gün sona ermeden bir deniz (göl) görmeli artık. Van gölüne deniz demeye başlayalı henüz bir kaç saat oldu. Sanırım dilime pelesenk olacak bu hali. Bitlis, Van'daki insanlar bunu böyle kodluyor nihayetinde.


Denize iniyoruz. Biraz yüzüyoruz. Sonra toparlanıp daha önce termosumuzda hazır beklen çayımızı burada içiyoruz. Hala yeterince sıcak.

Tripotu kurup gün batımını kaydediyorum. Sonra ay beliriyor aydınlık gök yüzünde. "Hadi onu da kayıt edeyim." diyorum. Hop köyden bir vatandaş gelip: "Bak burdan çek! Bunu yap! Şu çok güzel." diye telefonundan çektiği iki üç fotoğraf gösteriyor. Ha çaktım çakacağım ağzının orta yerine. Zor tutuyorum kendimi. Kibar kibar gülümseyip, tepkisiz kalıyorum daha çok. Sonrası Eyvallah.


Akşam eve geçiyoruz. Izgara tavuk var ve bir kaç çeşit közlenmiş sebze.


09.08.2014 / Cumartesi

8 Ağustos 2014 Cuma

Gezi yazısı (Belgesel Günlükleri) 2





















Bu gün öğleye doğru Bitlis’de bir dönem Ermeni köyü olan Yelken’linin kilise kısmına çıkıyoruz. Kim bilir neler yapıldı buradaki Ermenilere diye geçiriyorum içimden. Tüm ırklar kendinden bir önceki ırka özür borçlu. Nitekim bir birimizden özürler dileyip tüm ırkları ortadan kaldırabilmiş olsak çeşke.

Muhtarın evi köyün bu kısmında. Ben çekim yaparken Mami beni ayak üstü birileriyle tanıştırıyor. Sonra beni köye salıp şehre iniyorlar. Çok oralı buralı olmadan etraftan görüntü derleyip topluyorum. Arada soranlara bir iki cevap edip izah ediyorum durumu. Tam köyde işimi bitirdim kıyıya ineyim derken Rüzgar ve Mami yukarı çıkıyor araçla. Muhtarın evinde yemek yenecekmiş. Şaşırıyorum elbet. Biz kim oluyoruz ki sonra hem kim bu muhtar; kim bu adamla; etrafta niye bu kadar çok erkek var, hiç anlamıyorum. Oradan bir yerden bir eve gidip üç beş bir şey yiyoruz. Muhtar falan görmüyorum evde. Ben, Mami, Rüzgar ve ismini hatırlamadığım kavruk tenli bir arkadaşın sesi, çay kaşıklarımızı bardağa vuruşuyla iç içe girip köyün tepesinden yayılıyor göle doğru. Sonra çıkmaya yakın etrafta bir ahır keşfedip  ordan görüntü alıyorum. Ruhuma iyi geliyor. "İşte beklediğim süpriz mutarın ahırındaymış!" deyip bol bol görüntü alıyorum.

"Bugün buradan aldığım tek işe yarar şey buydu” hissi mevcut kafamda.  Sonra yine kıyıya iniyoruz.

O da ne? Kıyıda ne Türkçe ne Kürtçe ne de İngilizce konuşan bir grup insan var.  Çakmak bahanesiyle yaklaşıp tanışıyorum. Slav asıllıylarmış. İyi hoş güzel sizinle işimiz olmaz edasıyla Bitlis'te aldığımız güzel bir tütünü gün batımına doğru içiyoruz. "İstanbul'a bir kaç kilo götürmekte fayda var."

Gün batımı enfes. Sohbet şahane içimiz açılıyor. Fotoğraflar çekiliyor. Gitmeye yakın bir kez daha yabancı grupla merhabalaşıp davetleri üzerine bir yere çömüp konuşuyoruz.  Bir ailenin 4 ferdi ellerinde harita kalkıp Bitlis’e gelmişler. Sonra Bir iki şehir derken İran’a gideceklermiş. Bunu abi, kardeş, eşi ve kuzen şeklinde yapıyorlar. Gruptan kimse yadırgamadıysa da bana enteresan geliyor.

Bu arada ister inanın ister inanmayın konu Erdoğan’a geliyor ve konuyu tahmin edilmeyecek bir şekilde onlar açmış oluveriyorlar. Ee haliyle sohbetin rengi artık daha sıkıcı. Konuşacak bir şey de kalmadığına göre biz kalkalım deyip kendimizi arabaya atıyoruz. Gitmeden önce de son derece çirkin mi çirkin bir fotoğraf çekiyoruz.

Arabaya atlıyoruz. Maksat eve gidip karın doyurmak. Arkadan Rüzgar: "iki gün sonra seçim var. Sandıkta çalışıyor olacam" diyor. "Size burada karışan olursa Muhtarın oğlunun arkadaşıyım dersiniz" diyor. Benim jeton orda düşüyor. Muhtarın oğlu Rüzgar ha.

Rüzgar hikayenin geriye kalanın da ipiyle kuyuya inilmeyeceğini de öğretecek bize.

08.08.2014 / Cuma

7 Ağustos 2014 Perşembe

Gezi yazısı (Belgesel Günlükleri) 1

Aslında çocukluğumu geçirdiğim yere gidip Tansu Çillerin kıytırık kararları dolayında evlerinden olan insanları anlatmak 2 yıl önce verdiğim bir karardı. Geçen yıl netleşti bu fikir. Bugün artık 22 saatlik bir otobüs seyahatindeyim. Önce Bitlis, ordan Diyarbakır ardından Siirt'e gidip orda bir 10 günümü geçirmek üzere bindim otobüse.

Fakat harekete geçmek için ciddi bir neden ararken "Belgesel çekmekten daha iyi bir neden mi olur?" deyip bir ay önce yazdığım çizelge ile elimde çoktan bilet almış bulundum. Yola çıkmadan bir gün önce bir buçuk iki aydır içinde olduğum ecnebi ilişkinin tek taraflı olduğu açıklaması da tek taraflı acımı hafifletmek için ciddi bir bahane haline getirdi bu seyahati. Artık sadece film çekmeye gitmiyor üstüne depresyon belirtilerini yok edecek bir ilaç keşfedip atibiyotik niyetine insanlara sarılıp video kayıtları yapmayı planlıyordum.


Bitmek tükenmek bilmeyen yolun sıkıntısını ve tabi cebimdeki üç kuruşun stresi düşümdüğümden daha ağırdı. 

Bir kere otobüs seyahatinin artı avantajları olduğunu kabul etmeliyim. Her ilin atmosferini solumda duran büyük bir pencereden idrak etmeye çalışıyorum Turist Ömer gibi. Bu beni yavaş yavaş çekeceğim işin bilincine sokuyor. Sonra korsan ses kayıtları ve video kayıtlarına başladım bile. Belli mi olur? Bunu da kullanırım belgeselde diye bir sürü yol görüntüsüyle şişiriyorum telefonu. Otobüs camı fotoğraflarını unutmamak gerekir tabi.

Arada ıssız sedasız kuş uçmaz kervan geçmez gediğimiz yollarda söz de büyük ustamızın bilboardlarını görüyorum (Erdoğan). Eli havada bilbordun baktığı yöndeki boş tarlayı selamlıyor fotoğrafları. İstanbul da bıraktığımı düşünmek istemiştim halbuki. "Yahu kendimden kurtulmuş her şeyi geride bıraktığımı düşünürken senden kurtulamayacak mıyım be adam?" demiyor değilim.

Arada projemden bahsettiğim Ayşegül Selenga'nın (kendisi hocam olur) verdiği notları gözden geçiriyorum. Öyle belgesel sandığınız gibi bir şey değilmiş canlar. Oku oku bir sürü şey öğreniyorsunuz bir kere.  Sonra kızmıyor da değilim kendime. Üç beş kuram ve terimin yaptığım şeye yön vermesinden ziyade yapacağım şeyi deşifre etmek dışında başka bir işe yaramadığını keşfediyorum. Bir de bunu yeni keşfettim ki askerdeyken her şeyi düşünecek kadar vaktinizin olması şehirler arası otobüslerde de geçerli.

Yollar uzuyor inceliyor; Aşık Veysellere telmihler gönderiyor.
Velhasıl gün dönüyor sabah oluyor.

Tatvan'da Reşadiye köyü (Yeni adı Yelkenli) üzerinden geçiyor otobüs. Hemen oracıkda daimi dostum Mami karşılıyor beni. Bir sarılıyor öpüşüyoruz. Zannedersin bir hafta önce İstanbul'da birlikte değildik. Gözler çapaklı sabahın bilmem kaçında güle oynaya köye doğru gidiyoruz. Yelkenli, Van ve Bitlis arasında sıkışmış göle kıyısı olan minik bir kasaba resmen...

Kalacağımız yer köyün girişine çok yakın. Her yer yeşil ve tam bir tatil beldesinde hissediyorum kendimi. Belli ki iki günden fazla sürecek Bitlis ziyaretim.

Önce Mami'nin yakın akrabalarıyla bir bir tanışıyorum. Az asimilasyonun çemberinden geçmiş Kürtçem direk gündem konusu oluyor tabi.

Ev halkı arasında benim dışımda oraya gelmiş misafirlerin çocukları da var. Bir yandan yarı şapşal halimle çocuklarla eğlenirken diğer taraftan misafirliğim boyunca ipleri nasıl elimde tutarım diye düşünüyorum. Çok fazla soru ve çok fazla sözlü saldırıya maruz kaldığınız 7-8 kız çocuğu hayal edin.

Yarım saate atmosfer atlayıp kendimizi Van gölünde buluyoruz. Elimizde gopro suya dalıp çıkıyoruz. Bir kere herkes gelip Van Gölü'nde yüzmeli. Suyun kaldırma kuhveti karşı koyamayacağınız kadar güçlü. Ciddi oranda sodadan meydana gelen suyun yutulmamasına dikkat etmeli. Yoksa tüm gece gaz problemleri yaşanabilir.

"Etrafı bir keşfe çıkalım." diyorum Mami'ye. Gördüğüm her şeyin beni heyecanlandırdığını fark ediyorum. Bu hem müthiş bir zenginlik hem de büyük bir korku hissini beraberinde getiriyor. Yapmak istediğim şeyden uzaklaşıp 'filmin dilinin daha edite başlamadan tasarladığım şeyden bambaşka bir şeye dönüşmesi' fikri biraz tedirgin ettiriyor.


Gün batmak üzereyken kendimize köyün sahil kısmındaki burununda güzel bir alan bulup iki sigara sarıyoruz. Sohbet muhabbet derken akşama bırakıyor kendini Van gölü. Bir kaç gün sonra Dolunay var diyor Mami. Sonra bir tepeyi tırmanıp köyü yukardan görme fırsatımız oluyor. Mami'de buradan ilk kez köye bakıyormuş. E tabi benim merakım bizi dağ keçisi gibi ordan oraya zıplatı veriyor. Burada akşam üzeri evlerine gimek üzere olan insan seslerini kaydediyorum. Sonra hop köy kahvesi. Köy gençleri az birazda ordan ses kaydı derken sonunda evdeyiz.

Bahçeye masa çekilip yemek hazırlanıyor. Ne yediğimiz tam aklımda kalmadıysa da günün yorgunluğundan mıdır nedir o gece yediğimiz şeyin dünyanın en lezzetli şeyiymiş gibi yediğimi hatırlıyorum.

Sonra evdeki kadınlarla masa başında semaver keyfi yapıyoruz. Semaverimiz öyle elektrikli falan değil. Bildiğin üç-beş çalı çırbı ile altındaki minik gözde ateş yakıp suyu fokurdatmamız lazım. Çaylar içiliyor, geçmişten anılar anlatılıyor. iyice bir birimize kaynaşıyoruz.Biz yarın sabahın 5'inde görüntü almaya gideceğiz deyip uyumaya geçiyoruz.


07.08.2014 / Perşembe


3 Ağustos 2013 Cumartesi

Ait Olamamak

Gece kendini bira ve soğuk mezelerimiz eşliğinde sigara içerken farklı arkadaşlarımızla sohbet ederek bir birimizi anlamaya çalıştığımız yarı oksijen dolu kıç kadar bir balkona bıraktı.

Kişisel ekinozumun öldüğüne işaret kuru çakır bir zamandı.


Eve geldiğimde her zamanki gibi çantamı ve diğer eşyalarımı çıkartıp köşedeki sandalyenin üstüne bıraktım. Sonra son üç haftadır hep bunu yaptığım gerçeğiyle karşılaştım. Belki bir kaç saniyelik bir yüzleşmeydi; ama "düşünmeden yapamıyor insan" deyimini deneyimledim yeniden. 3 haftadır girip çıkıyordum bu eve. Aynı yatağı paylaşıyorduk aynı sözlerle bir birimizin tatlı-soğuk duygularını ifşa ediyorduk. Fakat ben her geldiğimde kendim için zimmetlediğim bu koltuğa koyuyordum eşyalarımı. Önce pantolonumu katlayıp bırakıyordum sandaleye sonra çoraplarımı sonra varsa fazladan şapkam, gömleğim üstüne de çantamı koyuyordum. Yapacak acil bir işim yoksa bilgisayarımı dahi çıkarmıyordum.

Üç haftadır ne derinliğine sahip olabilmiş ne de paylaşımlarımızın olduğu bu dört duvara kendimden bir şeyler bırakabilmiştim. Ait olamadığım hissi beynimde kendine çoktan yer etmişti. “Olum Fırat sen sadece bu sandalyeden ibaretsin” diye yüksek sesler geçiyordu aklımdan. Nitekim öyleydi de. Hep o bir yerlere ait olamamak duygusu yeniden benimleydi.

Gece bitti sabah döndü. Şimdi bu küçük evin salonunda o arkasınu dönmüş bulaşıkları yıkıyor ben ise bilgisayarda bunları yazabilecek kadar yabancılaşmışım aramızdaki şeye.

03.08.2013 / Cumartesi

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Pilav Taneleri

Pilav taneleri kadar iri ve doyurucu olmaya çalıştıysam da midem, o akşam beni dejenere olduğum ve tadını çoktan unuttuğum bir tecrübeye davet ediyordu.

23 Temmuz 2013 Salı

Günlüğümden 1


Makale yazmak için yere serdiği bir yığın A4'dün arasından kafasını kaldırarak : “Canım tatlı çekti. Hadi dışarı çıkıp tatlı alalım.” dedi. Ne güzel güldü o an. Şu filmlerin empoze ettiği, birinci sınıf edebiyat kitaplarının teşbihi gibiydi. “Olur.” dedim. Telefonları aldık. Yolda öyle yürüyor, bildiğin sohbet ediyoruz. Dayanamadım tabi. “Sana beni rahatsız eden bir itirafta bulunacağım.” dedim. Yine cümle kurmaya başlarken bir an tökezledim. Tanıştığımız günden bu yana her sıçtığımda yaptığım gibi toparlamaya çalışırken yakaladım kendimi ve bu çabamın her seferinde ona geçtiğini bildiğim için o rahatsız duygumla karşılaştım bir kaç saniye sonra. Hava güzeldi, 2.30 sularında öyle yürüyorduk.

22.07.2013 / Pazartesi